Bu Blogda Ara

20 Nisan 2024 Cumartesi

Oniki - Jasper Kent

Rusya, 1812.
Bu savaş Napolyon'un işgalci ordusuna karşı son bir direniş olarak başlamıştı, ancak insanoğlunun kendi düşmanına karşı savaşı olarak bitecekti.
Napoléon, Rusya seferinde dayanılmaz kış koşullarına mı yenildi, yoksa işin içinde başka güçler de var mıydı?
Rusya 1812 sonbaharında başa çıkılmaz bir düşmanla karşı karşıyadır: Napoléon Bonaparte'ın Büyük Ordu'su. Rus şehirleri Fransızlara birer birer teslim olmuş, İmparatorluğun kalbi Moskova'yı kurtarmak ancak bir mucizeye kalmıştır. Bir grup üst rütbeli Rus asker, son çare olarak Opriçniki adı verilen, Hıristiyan Avrupa'nın uzak köşelerinde efsane olmuş on iki savaşçının yardımına başvurur.
Sadece geceleri ve yalnız başlarına savaşan çete, koca bir savaşın kaderini değiştirir. Ancak Yüzbaşı Aleksey, çetenin yolu üzerindeki ölüm haberlerinden şüphelenir. Asıl karabasanın henüz başlamadığını kısa sürede anlayacaktır.

Oniki, Jasper Kent tarafından yazılan, 2008 yılında yayımlanan kitap. Beş kitaplık bir seridir. Danilov Beşlemesi olarakta bilinir. Oniki bu serinin ilk kitabıdır, aynı zamanda en bilinenidir.
Kitabın türü için tarihi-fantastik kurgu diyebiliriz. İçinde korku ve gerilim öğelerini de bulundurmakta.
Kitap, Napolyon’un 1812 yılında Rusya’yı işgal etmesiyle başlıyor, Moskova işgalini ve sonrasını da anlatıyor. Bu tarihi olaya fantastik öğeler eklenmiş. Ön planda savaş olsa da arka planında aşk, ihanet gibi konular da işleniyor. Ben sevdim.

"Bir rüyanın kâbus olup olmaması, içerik meselesi değil, ruh hali meselesidir."

"Bir yalanı saklamak için de en iyi yer, gerçeklerin arasıydı."

"Eğer hiçbir şey yapmamak iyi bir plansa,
'bir şeyler' yapmak daha iyi bir plan olmalı,"

"Geri gelecek misin?"
"Tabi," diye yanıtladım,ama aslında hiçbir askerin böyle bir soruya kesin bir cevap veremeyeceğini gayet iyi biliyordum."
 

Bu Vatan Böyle Kurtuldu - Erol Mütercimler

Bu vatan nasıl kurtuldu?  Bugün bu soruyu sorup yanıtını vermek çok kolay. Oysa 1920’lerin koşullarını hayal ederek yaşamaya çalışalım, bakalım neyle karşılaşacağız!
Anadolu İngilizlerin kışkırtmasıyla Yunanlıların işgali altında. Üstelik, uluslararası kurallara aykırı olarak, kadınların kızların ırzlarına geçiliyor, her yer yağmalanıyor, yakılıyor, yıkılıyor, camilerde ezanlar okunamıyor... Savaşacak silah ve cephane yok, yiyecek yok, giyecek yok, para da yok... Demiryolları işgal altında, karayolu da yok.
Türk milleti bu koşullarda mucize yarattı. Silah yaptı, cephane üretti, işgal altındaki İstanbul’da silah depolarını soydu, subayları Anadolu’ya kaçırdı. Tüm bunları da İstanbul-Trabzon-Batum-Novorosisky-İnebolu iskeleleri arasında yaptı. Ölümden korkmayan, ölümü yenen sivil resmi bahriyeliler ile Anadolulu, Kastamonulu ve İnebolulu Türk kadınlarıyla başardı.Türk kadınlarının inanılmaz azim ve kararlılıkları bu memleketi kurtardı. Kar kış demediler, kağnıların arkasından gittiler. Dondular, yollarda öldüler ama yorganlarıyla, kazaklarıyla mermileri sardılar... Çocukları öksüz kaldı, yetim kaldı ama “bu vatan kurtuldu”. Bu kitap, Gazi Mustafa Kemal’in askerlerinin, İpsiz Recep’in, Topal Osman’ın, Bandırma’nın kaptanı İsmail Hakkı’nın ve Erzurumlu Kara Fatma, Selanikli Ayşe, karşılıksız aşkın kurbanı Selanikli Fikriye gibi kadınların mucizesini anlatır... Onlar bizim için öldüler...   Bu kitap, bu vatanı kurtarmak için ölenlerin öyküsüdür.

Kurtuluş Savaşı'nın hem kara safhasını, çoğunlukla deniz safhasını, siyasal olayları kaynaklara dayandırarak kaleme alan Sayın Erol Mütercim, bu vatanın nasıl kurtulduğunu, bize nasıl emanet edildiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Altı çizililer ise şöyle:
"Biz aklıyla değil duygularıyla düşünen bir milletiz. Dolayısıyla düşünemeyen ama tepki gösteren, sevgisi, öfkesi abartılı olan bir toplumuz. Sıradan lig maçının sonucuna sevinir, silâhı çeker balkonda oynayan beş yaşındaki çocuğu öldürürüz. Birlikte olduğumuz, yaşadığımız, aşık olduğumuz kadını öldürürüz. Sorarlar "çok seviyordum" deriz. Sevdiği kişiyi öldüren tek milletiz !!"

"Türk denizcilerini ayakta tutan tek güç bağımsızlıga duyulan özlemdi. Bir de Kuvayı Milliye ruhu."

"Şu anlaşıldı ki, "Ulusal direnişi İstanbul'dan değil, Anadolu'dan yönetmek" gerekiyordu."

"Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm! Gazi Mustafa Kemal Atatürk"

"Sultan Aziz döneminde Fransa ve İngiltere'den  sonra dünyanın en güçlü üçüncü donanması sayılan Osmanlı donanması, Sultan Abdülhamit'in tahttan indirilme korkusu ve İngilizlere şirin görünme kaygısı yüzünden Haliç'e hapsedilmişti. Kısa sürede çürümeye başlayan gemiler Balkan Savaşı'nda hiçbir varlık gösteremediler."

"Asıl mücahit Türk kadınlarının inanılmaz azim ve kararlılıkları bu memleketi kurtardı. Kar kış demediler, kağnıların arkadasından gittiler. Dondular, yollarda öldüler ama yorganlarıyla, kazaklarıyla mermileri sardılar... Çocukları öksüz kaldı, yetim kaldı ama "bu memleket kurtuldu; bu vatan kurtuldu."

Atatürk Gibi Düşünmek Celal Bayar

Bu kitap yıllar önce yazıldı.
Bu yıllar öncesi toplumun koşullarına, Atatürk'ün metodolojisi ile çareler soruşturulmuştur.
Bugün, eğer bazı yargılar eskimiş; varılan bazı sonuçlar, yeni biçimlere bürünmüşse, doğaldır! Ulaşacağınız yer, davrandığınız yere göredir!. Yoksa, Atatürk metodolojisinin yanılma payı, yok denecek kadardır!
Atatürk'ün Devlet değerlendirmesi; Devletin, toplumu yönetip, yönlendirdiği gerçeğine dayanır. Demokrasi'yi. -Batı gibi- toplumun Devleti oluşturup yönetmesi biçiminde değil; Devletin, halkın rızası ile (seçim) toplumu yönetmesi biçiminde algılamıştır. Gerçi bu düşünce, Batı'nın Demokrasiye koyduğu modele uymaz ama, sınıfsız Doğu toplumlarının tamamına uygun düşer! Bugün, (1998) içinde çırpındığımız sosyal ve politik çalkantının kaynağı, Türkiye'de uygulanan "çoğulcu ve katılımcı Demokrasi" modelidir. Sınıfsız bir sosyal ortamda, sınıflı toplum modelinin işleme konulması, kargaşadan başka bir sonuç vermesi beklenemez!
Dün olduğu gibi bugün de sıkıntımız, Atatürk Metodolojisinden uzak düşmemizdir! Köprüden geçeceğimize, körfezi dolaşıyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)

Celal Bayar kitabında yakın tarihimize ışık tutmaktadır ülkemizin kurtuluşunu batı da ve batılı değerlerde arayanlara karşılık Bayar çözüm olarak Atatürk'ün metodolijisini önermektedir. Tek partili hayat sonrasındaki Türk siyasal tarihi değerlendirmesi sebebiyle Türk siyaset tarihi meraklılarının okuması gereken bir kitap. Ayrıca Türkiye’de neden Marksizm’in gelemeyeceğini, gelmemesi gerektiğini de bu kitapta bulmak mümkün.

"Atatürk olmak mümkün değil ama Atatürk gibi düşünmek mümkündür."

"Çünkü Atatürk bir kalıp değil, bir gerçekçilik, bir akılcılıktır. Bilim, deney ve akıl çizgileri içinde bağımsız bir metodtur."

"Teferruatta bütünü, bütün de teferruatı gören bu düşünce biçimi, Atatürk metodolojisidir. Bu metodolojiyi ne kadar iyi biliyor, ne kadar iyi kullanıyorsak, o kadar iyi Atatürkçüyüz kanaatindeyim."

Zafer, "Zafer benimdir!" diyebilenindir. Başarı, "Başaracağım!" diye başlayanın ve "Başardım!" diyebilenindir.

Tanrılar Susamışlardı - Anatole France

Anatole France'nın 1912'de yazdığı Tanrılar Susamışlardı'da Fransız devrimcilerin terör uyguladıkları dönemin bir tablosu çizilir. Giyptin sürekli işler ve devrim kendi çocuklarını da yemeye başlar. Robespierrwe, burjuva sınıfının tam egemenliğini kurabilmesi için terörün gerekli olduğuna inanır ve eşitlik, özgürlük, kardeşlik savaşında devrimin susamış Tanrıları sel gibi kan akıtırlar. France, bu romanıyla Fransız Devrimi'ne özellikle terör uygulamasına karşı kişisel düşüncesi ve tavrını da ortaya koyar; aşırılıklar yanında yıkımı da getirir.

Fransız Devrimi sonrasında yaşanan sefalet ve idamların anlatıldığı kitabımızın kahramanı  Evariste  Gamelin, annesine karşı hayırlı bir evlat, çevresindeki her insana karşı aşırı merhametli,  fakir bir ressam  ve de  koyu bir vatanseverdir.  Taa ki yargıç oluncaya kadar. Devrim aşkıyla görevini her şeyden üstün tutmakta, mahkemeye çıkan insanların suçlu olup olmamasına bakmadan  onları giyotine gönderilmektedir.  Ama devran  öyle bir dönecek ki...

Alıntılar ise şöyle:

 "Erdem insanın doğuşundadır; bunun tohumunu ölümlülerin yüreğine Tanrı ekmiştir dedi."

"Hainler kazanınca yasalar işlemez olur."

"Bu vatanı ancak giyotin kurtarır!"

"Kahramanları yaratan cesaretten çok korkudur."

"Bilmemek insanlığın mutluluğu için elzem bir koşuldur.bilmemek huzurdur. mutluluğumuz da bu yanılsamada yatar."

"Hükümet, halkın hukukunu çiğnediğinde, ayaklanma, halk için ödevlerin en kutsalı ve en zorunlusudur."

"Cinayet bir doğa kanunudur.O yüzden ölüm cezası da Erdem yada adalet adına değil,zaruret ya da yarar sağlaması söz konusu olduğunda meşrudur."

"Eski rejimin yıkılışına üzülmüyorum. Ama bana Devrimin eşitlik getireceğinden de söz etme, çünkü insanlar, hiçbir zaman eşit olamayacaklardır, bunun olacağı yoktur, ve bana sorarsan ülkeyi boşuna altüst ediyorlar, yer yüzünde her zaman büyükler ve küçükler, şişmanlar ve zayıflar olacaktır."

"Tanrı 'ya kötülüğü önlemek istiyor da bunu başaramıyor, ya başarabiliyor da önlemek istemiyor, ya ne başarabiliyor ne de istiyor, ya da istiyor hem de başarabiliyor. Eğer istiyor da önleyemiyorsa güçsüz demektir; eğer yapabilip te istemiyorsa ahlakı bozuk demektir. İstiyor ve yapabiliyorsa neden kötülüğü önlemiyor, Peder?"

"Gerekirse kanlar içinde boğulalım, yeter ki vatan kurtulsun."

14 Nisan 2024 Pazar

Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları - Hulusi Turgut

Çok genç yaşta Atatürk´ün silah ve mücadele arkadaşı, vefatına kadar da onun en güvendiği dostlarından, sırdaşlarından olan Kılıç Ali, kendi gözünden ve kendi yaşadıklarından, tanıklık ettiği olaylardan yola çıkarak Kurtuluş Savaşı ve sonrasını anlatıyor... Asıl adı ASAF olan KILIÇ ALİ'nin oğlu Altemur Kılıç´ın gün ışığına çıkardığı belge ve anıları, gazeteci-araştırmacı Hulûsi Turgut derledi.
Ben, sözünü edeceğim olayları tarihtir diye anlatmayacağım. Bu, gelecek nesillerin işidir. Benim yazdıklarım tarih gerçeklerini aydınlatacak bir kaynak olursa ne mutlu bana.
İstiklal Savaşını merak edenlerin, ilk ağızdan anlatılan anıları dinlemek isteyenlerin mutlaka okuması gerekli olan bir kitap. Kitap dört bölümden oluşuyor. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Cumhuriyet ve Devrimler, İstiklal Mahkemeleri ve İzmir Suikastı ile Mustafa Kemal Atatürk. Son bölümde ise fotoğraflara yer verilmiş.
Kitabın başında Kılıç Ali'nin oğlu Altemir KILIÇ'ın  yazdığı önsöz niteliğinde bir bölüm var.  Buradan Kılıç Ali'nin  asıl adının Asaf olduğunu öğreniyoruz.

Kitaptan akılda kalan satırlar ise şöyle:

Karşısında yer göstermişti. Önündeki kağıdı uzattı. Bu, benim kısa bir özgeçmişimdi.
Ve ismi karşısındaki, asıl adım Asaf Tevfik silinmiş, onun yanındaki, Harbiye'nin geleneği gereği nüfusa kayıtlı olduğum Beşiktaş'ın Kılıç Ali semt adı kalmıştı. Beğendiği bir şeyi yaptığı zaman gözlerini daha da renklendiren bakışı üzerimde dolaştı:
"Artık Asaf Tevfik yok . . . Sadece Kılıç Ali var . . . Ne güzel isim . . . Malumundur ki, Hazret-i Ali'nin diğer adı da Kılıç'tır. Hem de Allah'ın keskin kılıcı . . . Böyle bir birleşme olur da insan Asaf'ı falan nasıl taşır? Hele senin gibi savaşmış bir asker olursa . . . "

"Sıra, bağımsız statü ile Fransız mandasına terkedilecek Antakya-İskenderun'a gelince yüzüme uzun uzun baktı. Paşa'nın yanında gülemezdim. Nasıl oldu bilmiyorum ağlamaya başlamıştım...
 Bakışları üzüntü ve sevgi doluydu.
 O tarihlerde çeketin üst cebinde taşınan beyaz mendilini çıkardı ve zannederim, evet zannederim, hatta ısrar ederim, gözyaşlarını belli etmemek için güldü :
 ''Al sil şu gözyaşlarını çocuk !.. Gerek yok buna. Hepsini karışına kadar geri alacağız. Önce şu işgali başımızdan defedelim. Yunan'ı ezmek için güneyde rahat etmeye ve o topraklara sahip olmaya mecburuz.''
  Rahatlamıştım.
 Neyin, ne zaman, nerede yapılacağını kim O ' nun kadar bilebilirdi ki ..."

"Atatürk'ün sofrasında yapılmayan, yapılmasına izin vermediği tek şey dedikodu idi."
  
Gazi, ''Halkın kurtardığı Türkiye devletinde diktatörlük yoktur, olmayacaktır, çünkü olamaz'' diye bağırıp dururken, muhalif grup üyeleri Gazi'yi  önüne geçilmez korkunç bir diktatör olarak tasvir ediyor, Gazi aleyhinde haksız ve insafsız propagandalar yapıyorlardı.

"Bir öğretmen bir başka soru soruyordu:
"Paşam, din gerekli bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur? "
Atatürk yine sakin bir tavırla bu soruyu da cevaplandırıyordu:
"Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir.
Dinden maddi çıkar sağlayanlar menfur kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Din ticareti yapan bu gibi insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele ettiğimiz ve edeceğimiz bu kimselerdir.
Hilafete gelince; işin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan bana hilafet teklifleri gelmiştir. 'Siz halife olunuz' demişlerdir. Ben bu tekliflere daima gülerek cevap verdim. Hilafet gereksiz, hatta zararlı bir kurum haline gelmişti. Bundan beklenilen amaçlar gerçekleşmemiştir. Dünya Savaşı'nda gördük: Müslümanlar halife ordularına karşı savaştılar. Halife ordularını Suriye' de arkadan vuranlar oldu. Bunlar aynı halifeye
karşı, gönderilen Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilafet yararlı konumunu korusaydı, İslam dünyasının buna sahip çıkması, saygı göstermesi gerekirdi. Dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek gerekir. Birincisi ne kadar yararlı ise, ikincisi o kadar gereksiz olmuştur. Hilafeti kaldırdığımız günden beri kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyanın halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?"

"Kut-ül Amare Muharebesi'nde esir edilen Ingiliz Generali Townshend, 12 Haziran 1922'de Adana'ya gelmiş, oradan Istanbul'a geçerken Konya'ya uğrayarak, Batı cephesi karargâhından dönen Mustafa Kemal'le buluşmuştu.
Uzun uzun konuştular. Townshend, ayrılırken, Türk Başkumandanına şöyle dedi:
"Ben sizi Napolyon'a benzetiyordum. Hayır! Tam değil... Belki kesin kararlılığımız, strateji debanızla onunla rahatça mukayese edilebilirsiniz. Ama siz öyle başkalıklar var ki, şu anda kararımı verdim: Her büyükten bir parça almış bir büyüksünüz!.."

"Atatürk,  Mussolini ve Stalin mareşal üniformasını giydikleri zaman, ''  Üniformayı giymek kolay, fakat onu taşımak güçtür ''  demişti."

"Cumhuriyetimizin, milletin ruhundan kaynaklanan prensiplerimizin bir bedenin ortadan kaldırılmasıyla zedeleneceğini  düşünenler, çok hafif beyinli zavallılardır. Bu gibi zavallıların,Cumhuriyet'in adalet ve kudret pençesinden hak ettikleri cezayı almaktan başka nasibeleri olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti, güvenlik ve mutluluğunu zemin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir."

“Arkadaşlar bu rakıyı vaktinde padişahlar da içerdi.Onlar da her türlü eğlenceyi yapardı.Yalnız aramızdaki fark, onlar saraylarının dört duvarı arasına gizlenip müraice içerlerdi.Ben ise Aziz milletimin huzurunda yapıyorum ve şerefimle içiyorum.”

Bir gün Salacak ile Harem arasında motor gezintisi yapıyorduk. Atatürk, Salacak'ın çorak sırtlarına bakarak dedi ki:
"Şu sırtlara şimdiden çam fidanları dikseler, zamanla orman haline gelir. Memlekete girenlerin gözlerine güzel bir manzara çarpmış olur."
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yakın dostumdu. Kendisini çok severdim. Atatürk'ün bu arzusunu hemen naklettim. O da on, on beş gün içinde sırtları ağaçlandırmaya başladı. O günlerde tesadüfen yine aynı yerden motorla geçiyorduk. Ağaç dikme faaliyetini gören Atatürk, bana sordu:
"Ne o? Sırtlarda bir faaliyet var Kılıç?"
"Galiba ağaçlandırılıyor efendim" deyince yüzüme tebessümle baktı:
"Bak bak şuna. Aferin sana çocuk"

Büyük Taarruz sırasında tutsak edilen General Trikopis,General Digenis ve diğer tutsaklar Uşak'ta karargah olarak kullanılan bir evde(şimdi müzedir) Gazi'nin huzuruna çıkarılır ve Gazi bu yenilgileri tarihte örnekleri olduğunu görevlerini yapmış iseler vicdanen rahat olmaları gerektiğini söyler.Sonra harita üzerinde bazı eleştiriler yapar:"Şurada bir fırkanız vardı.Niçin onu şuraya almadınız?Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?". Bu konuşmadan sırasında bir fırka kumandanı yanındaki subaya usulca sormuş: "Bizimle konuşan bu general kimdir?". "Başkumandan Mustafa Kemal!". "Niçin yenildiğimizi şimdi anladım. Bizim Başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!".

Bir köylüyü Atatürk’e küfrettiği için mahkemeye vereceklerdi. Atatürk’ün iznini istiyorlardı. Atatürk sordu:
“ Ne yapmışım ben?”
“ Gazete kağıdına sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş, eli yanmış, ‘Alsın bunu, içsin bakalım’ demiş, küfretmiş!”
Atatürk bunları söyleyen bakana sordu:
“ Sen hiç gazete kağıdına sarılmış sigara içtin mi?”
“Hayır” cevabını alınca dedi ki:
“ Ben Trablusgarp’ta içtim. Bilirim, pek berbat şeydir. Köylü haklıdır. Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin ediniz!”

"Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde, güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu."

"Büyük bir insanın, büyük bir inkılapçının, büyük bir dayanağın zamansız olarak hastalanması hepimiz için büyük bir acı ve büyük bir talihsizlikti. Bütün bir dünyanın bir deha olduğunda ittifak ettiği o büyük insan hastalanmış ve hiçbir zaman korkmadığı ölümle karşı karşıya gelmişti."

Durum ne olursa olsun, artık hiçbir şey önemli değildi.
Çünkü artık Atatürk yoktu.

8 Mart 2024 Cuma

Kurtuluş Savaşı Destanı - Orhan Asena

Çok şiir sevmem ama Kurtuluş Savaşını bir destan tadında nutuktan alıntılar eşliğinde çok güzel anlatmış şair. Zevkle okudum. 

"Bu kent böyle kara, benim değil,
Gördüm;bir can telaşında torunlarım,
bu halk böyle yılgın, benim değil,
Gördüm: bir iğrenç pazarlıkta tahtımdaki
bu döl böyle çirkin, benim değil."

"Ve bir adam, gözleri kapkara sularında Boğazın,
Kapkara suların üstünde kapkara gemiler... 'Bunlar geldikleri gibi gidecekler' "

"Çok şeyler yapılabilir bu halkla.
Yeter ki dilince söylensin her bir şey,
yeter ki içten söylensin, erkekçe söylensin.
Yeter ki söyleyen Mustafa Kemal olsun."

"Yörük Ali bir fırtınaydı dağlarda
mekansız.
Adı kimi yüreklerde umut, kimi yüreklerde korku."

"Aydın Yunan elinde tutsak,
Yunan korkunun,
Korku mu zalim, Yunan mı bilinmez."

"  'Doğa çok cimridir demiştir' Lloyd George. Daha sonra,
"Deha yaratmada çok cimri
Yüzyılda yaratır birini,
Onu da nereye atacağı belli olmaz.
Sıra Türklerdeymiş"
Böyle açıklamıştı Anadolu yenilgisini,
kendisini savunurken Lordlar Kamarasında
Ancak bir dahiye yenilmeyi
kendine yakıştırabilir br Loyd Corc. "

"Sen Atatürk, ölümsüzsün,
her canda her ruhta sen
Seninle varız, var olacağız.
seninle diriyiz, seninle esen
Başladık sürdüreceğiz."

"Atatürk durmuş mu ki sen durasın?
Atatürk susmuş mu ki, sen susasın?
Atatürk ölmüş mü ki sen ölesin?"

Yüzyılın Kitabı - Sinan Meydan

İkinci Abdulhamit'ten, Atatürk'ün ölümüne değin  kronolojik olarak,  Sözcü gazetesindeki yazılarını derleyip düzenleyerek  kitap halinde bizlere sunmuş yazar, diğer kitaplarıyla farkı görsellerle desteklenmiş. Atatürk dönemi ve sonrasında yaşananları değişik bir gözle öğrendiğim bir kitap oldu.

Osmanlı’nın 1880’lerdeki, Cumhuriyet’in 1950’lerdeki “bağımlılığını” bilmeden, Atatürk’ün “tam bağımsızlık” mücadelesi kavranamaz. 1876 ve 1924 anayasalarını bilmeden bugünkü Başkanlık Anayasası’nın Türkiye’yi nereye götüreceği kestirilemez. Osmanlı’da dinsel hukuku, Mecelle’yi ve 1917 Aile Kanunnamesi’ni bilmeden bugünkü “müftülük nikâhı”nın amacı bilinemez. I. Dünya Savaşı’nı, İzmir’in işgalini, Atatürk’ün Anadolu’ya geçişini, Amasya Genelgesi’ni, Sivas Kongresi’ni, TBMM’nin açılmasını, Sakarya Savaşı’nı, Büyük Taarruz’u, Anadolu’daki Yunan zulmünü, İzmir’in ve İstanbul’un kurtuluşunu bilmeden; Vahdettin’i, Damat Ferit’i, Rıfat Börekçi’yi, Abdurrahman Kâmil Efendi’yi tanımadan Milli Mücadele anlaşılamaz. Said-i Nursi’yi tanımadan FETÖ anlaşılamaz. Misuri Zırhlısı’nı, Kore Savaşı’nı, NATO’ya üyeliği, 6. Filo’yu, Kanlı Pazar’ı bilmeden Türkiye’de “Amerikancılık” bilinemez. Lozan’ın önemini kavramak için sadece Lozan’ı bilmek yetmez, önce Sevr’i bilmek gerekir; o da yetmez, 1950’lerde ABD ile imzalanan ikili antlaşmaları bilmek gerekir. Atatürk’ün önemini kavramak için sadece Atatürk’ü tanımak yetmez, Atatürk’ten önceki ve sonraki asker-sivil liderleri; II. Abdülhamit’i, Enver Paşa’yı, Vahdettin’i, İsmet İnönü’yü, Adnan Menderes’i de az çok tanımak gerekir. Atatürk’ü tanımak için Anatürk’ü, Zübeyde Hanım’ı tanımak gerekir.
İşte “Yüzyılın Kitabı ”nda bunlar ve daha fazlası var. “Yüzyılın Kitabı ”, bugün yaşadığımız güncel olayların, 1860’lardan 1960’lara uzanan tarihsel arka planlarını anlatıyor, böylece tarihle bugüne ışık tutuyor. “Yüzyılın Kitabı ”nı okuyunca karşınıza “Yüzyılın Lideri ”, yani Atatürk çıkıyor.

Bu kitabı okurken zaman zaman öfkelenecek, zaman zaman duygulanacak ve büyük bir bölümünde de yaşadığınız bu toprakları yeniden vatan yapan, laik, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni ne zorluklarla, mücadeleyle kuran, yaratan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile gurur duyacaksınız....

Kitaptan alıntılarıma gelince:
"14 Aralık 1953'de Demokrat Parti "CHP'nin Haksız Kazançlarının İadesi Hakkında Kanun Teklifini" Meclise geitrdi. Aynı gün kabul edilen 6195 sayılı Kanunla CHP'nin tüm mallarına el konuldu. Ancak CHP'nin haksız kazançla suçlanması için sağlam bir gerekçe yoktu. Bu kanunla Atatürk'ün vasiyeti de iptal edildi. Bu kanunun uygulanmasıyla vasiyetteki kurumlara (TDK, TTK) ve Atatürk'ün yakınlarına artık ödeme yapılmayacağı belirtildi."

"Bugünü doğru anlamanın biricik yolu düne, tarihe bakmaktır. Ancak "düne" şaşı bakanların "bugünü" net görmeleri mümkün değildir."

Kılıç Ali’nin aktardığına göre Atatürk, 1930’da şöyle demişti: “Dinden maddi çıkar elde edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. ”

"Görülen o ki; Dün, Yunan vatandaşı sarraf-banker Yorgo Zarifi vardı, bugün İran asıllı işadamı Reza Zarrab var! Dahası, II. Abdülhamit de servetinin çoğunu yabancı bankalardı saklıyordu... Siz hâlâ bu ülkede tarihin tekerrür etmediğini mi düşünüyorsunuz? O zaman bir daha düşünün!"

"Padişah Vahdettin sakalsızdı. “Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim ” diyordu. Vahdettin, evet, belki sakalını kimseye kaptırmadı, ama bütün ruhunu İngilizlere ve İngilizci Damat Ferit’e kaptırdı."